Nydrian |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
BREMEN MIZIKACILARI
Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış. Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış. " En iyisi buralardan gitmek " diye düşünmüş eşek. "Bremen'de şarkıcılık yaparım. Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten."
Böylece bir sabah erkenden yola çıkmış. Bir süre yürüdükten sonra iki büklüm bir köpekle karşılaşmış. "Artık sahibime avda yardımcı olamayacak kadar yaşlandım," demiş köpek eşeğe. " Sahibimde artık beni beslemiyor." Eşek gülmüş. " Benimle Bremen'e gelsene şarkıcı oluruz," demiş. Yola koyulmuşlar.Çok geçmeden bir damın üzerinde üzgün oturan bir kedi görmüşler. " Çok yaşlandım, fareler bile dalga geçiyorlar, " demiş kedi. "Sen de bizimle gel" demiş eşek. "Sesin hala güçlü çıkıyor, şarkı söyleriz Bremen'de."
Bağıra bağıra şarkılar söyleyerek yola devam etmişler. Bir çiftlik evinin yakınlarından geçerken kendi seslerinden yüksek bir sesle irkilmişler. " Kuk-ku-ri-kuuuuuuuuu!...Sonum geldi!" diyormuş iri bir horoz. Sonra eşek, köpek ve kediye yana yakıla anlatmış: " Bu akşam sahibimin konukları gelecek. Öyle hissediyorum ki beni pişirip yiyecekler." Eşek" Endişelenme, seninki gibi bir ses bize çok şey katar. Haydi gel şarkıcı olalım," demiş.
Akşam olduğunda hepsi çok yorulmuş. Bir şeyler yemek ve uyumak istiyorlarmış.İlerde penceresinden ışık süzülen bir kulübe görmüşler. Horoz uçup pencereden içeri bakmış. "Dört soyguncu görüyorum, nefis bir sofranın başındalar," demiş. "Bir planım var," demiş eşek. Birbirlerinin sırtına tırmanmışlar. En altta eşek, sonra köpek, onun üstünde kedi ve nihayet en tepede de horoz. Pencere yaklaşıp çıkarabilecekleri en yüksek sesle bağırmaya başlamışlar. "İmdaaaaaat! Bu bir hayalet!" demiş soygunculardan birisi. " "Bence bir canavar!" demiş ötekisi. " Bence cadılar bastı! " demiş öteki. " Annemi istiyorum," demiş sonuncusu. Bir kaç dakika sonra dört şarkıcımız soygunculardan kalan sofradaymışlar.
Geceleyin onlar uyurken soyguncular geri gelmişler. Ama hayvanlar hazırlıklıymış. Soyguncular içeri girer girmez, eşek "Şimdi" demiş ve saldırıya geçmişler. Soyguncular bir daha hiç dönmemecesine kaçmışlar oradan. Şarkıcılarımız da bu sevimli küçük kulübeye yerleşmişler. Bremen'e gitmeyi de bir süre ertelemişler, ama her gün şarkı söylemeyi unutmuyorlarmış.Eğer bir gün onları dinleme şansınız olursa, Bremen sakinlerinin ne büyük bir tehlike atlattıklarını anlamanız güç olmaz.
İĞNEYİ UNUTMA
safiye, her gece anasını rüyasında görür; rüyadan uyanınca büyük bir acı hissederdi. Gecenin al yalazında gözyaşları üşütürdü yüreğini. Yatak sıcaktı, ama gözyaşları buz gibiydi. Ne kadar özlemişti böyle. Birkaç hafta olmuştu anası bu dünyadan göçeli.
Herkes, anasını "Güllü" diye çağırırdı. Asıl adı, Gülfikâr uzun geldiği için böyle derlerdi. Rüyasında anasına doğru koşuyor, tam elinden tutacak gibi oluyorken birden uyanıyordu. Tekrar gözlerini sıkıca kapatıp, yeniden aynı rüyayı görmeye çalışıyordu. Ama dalmak ne mümkün. Gözlerine hasret kokan gözyaşlarından başka bir şey gelmiyordu.
...
Sabaha kadar anasının özlemiyle için için ağladığından, yastık ıslanırdı. Bunu da, küçük kardeşinden gizlemek zorundaydı. Çünkü; anası, Selim'i Safiye' ye emanet etmişti. Son görüşmelerinde ellerini avuçlarının içine alırken güzel bir seyahate çıkacakmış gibiydi. Avuçlarına ne zaman baksa, anasının sıcaklığı parmak aralarından düşüp kaybolacakmış gibi gelir, ellerini sıkı sıkı yumardı.
İşte sırf anacığına verdiği bu söz yüzünden gece sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslanan yastığını kardeşi Selim'den gizlerdi. Görürse: "Abla, niçin ağlıyorsun ki?" diyeceğinden ve ona cevap verememekten korkuyordu.
İş yapmak Safiye’yi hiç mi hiç yormuyordu. Akranları dışarıda oynarken o kazları suya götürmek, çamaşır yıkamak, kardeşine ve babasına yemek hazırlamakla uğraşıyordu. Bu işlerin yanında bir de uyurken altını ıslatan Selim'in yatağını bahçe duvarına asmak vardı.
Safiye, anasından kalan bütün eşyalara gözü gibi bakardı. Tertemiz kullanır, onlara zarar gelmemesi için özen gösterirdi.
Anasının en sevdiği gül desenli önlük, bir gün koyunları sağarken yırtıldı. İçi parçalandı. Âdeta önlükteki güllerin dikenleri yüreğine sürtünmüş de acı veriyordu. Yırtılma sesini duyar duymaz, koyunun memesini bıraktı. Donakaldı. Önlüğü incitmekten korkar gibi nazik hareketlerle kollarının arasına alıp iyice kokladı. Sanki hâlâ anasının kokusu vardı. Akşam saatleri olduğu için sökük tam görünmüyordu.
Önlüğü tamir etmeyi düşündü, ama akşam vakti iğneyi ipliği nereden bulacaktı. "Köydeki dükkânlarda da yoktur."diye düşündü. Ancak babasına söyleyecek, ilçeden almasını isteyecekti. Süt sağmayı yarım bırakmamak için işini tamamladı.
Sütü sağıp, elinde bakraçla içeri girdiğinde babası da kapıdan giriyordu. Safiye'yi gören Zihni Ağa:
- Benim güzel kızım nasılmış bugün.
- İyiyim baba.
- Bize hangi yemeği yapacaksın bu akşam.
- Süt çorbası baba.
Süt çorbasını duyunca Selim'in gözleri parladı:
- Benim de nicedir aklımdan geçiyordu. Anamın da en çok sevdiği yemek, deyince bir an için odayı bir sessizlik kapladı. Zihni Ağa bu durumu geçiştirmek için Selim'i kucağına alıp:
- Bugün kazları iyi otlattın mı bakayım? dedi.
Selim, sarı kaşlarını heyecanla kaldırıp:
- He ya baba! Hem de en yeşil yerlerde otlattım.
- Aferin, benim aslan oğlum.
Selim, büyük adam gibi konuşunca evin neşesi gelirdi. Yemek hazırlanırken Safiye babasına yaklaşıp:
- Baba, yarın ilçeye giden biri var mı?
- Hayırdır ne oldu ki?
- Önlük yırtıldı da... Dikecek iğne iplik lâzım oldu.
- Hııım!.. Hele bir sabah olsun, bakarız çaresine kızım. Elbet bir giden bulunur.
...
Safiye, bütün akşam yırtılan önlüğü düşündü. Bu düşünceyle uykuya daldı.
Rüyasında, annesini gördü. Yine güller arasında duruyordu. Bu kez, Safiye'yi yanına çağırıp:
- Kızım, iğne iplik arıyorsan, ocağın üstündeki taşta, iğne ve iplik var. Onları oradan al, ama kullandıktan sonra komşu Zehra yengene götür. İğneyi ondan emanet almıştım, dedi.
Safiye şaşkınlıktan sadece : "Peki ana." diyebildi.
- Aman emanetleri vermeyi unutma, diye ilâve etti, Güllü ana.
- Unutmam ana, dedikten sonra bir daha anasına sarılacaktı ki yorgana sarılmış bir şekilde uyandı. Bütün bunların bir rüya olduğunu anladı.
Rüya devam etsin diye ümitle gözlerini kapadı, ama nafile; uyku girmiyordu gözüne. Sabah ezanı da okunmaya başlayınca, kalkıp abdest aldı.
Bu arada babasının da uyandığını fark etti. Babası namaz için camiye gidecekti. Safiye, namaz kıldıktan sonra: "Hava aydınlanana kadar ocağı yakayım." dedi. Kibrit almak için ocağın üstündeki taşa baktı. Rüyasında anasının söylediği yerde burulu bir kağıt gördü. Aceleyle aldı. İçini açınca hayretler içinde kaldı. Anasının dediği gibi kağıdın içinde iğne iplik vardı. Kağıdı bir kelebek kanadının narinliği ile iyice göğsüne bastırdı. Anasına hasret gideriyordu.
Bu arada, birazdan babasının camiden geleceğini ve ocağı hâlâ yakmadığını hatırladı. Ocağı bir çırpıda yakıp üzerine akşamdan kalma çorbayı koydu. Ardından da önlüğün yırtığını özene bezene dikti. Ocaktan kor alıp, kömürlü ütünün içine koydu. Dikkatli bir şekilde ütüleyip dolaba yerleştirdi.
Zihni Ağa eve geri geldiğinde bütün olanları ona anlattı. Babası gözyaşlarını gizlemek için koyunları bahane edip odadan çıktı. Kahvaltı hazırlanırken, babası da koyunları köyün sürüsüne katmak için köy meydanına gitti. O da Selim'i uyandırmak için odasına gittiğinde, Selim'in uyandığını, suç işlemiş gibi bir köşede beklediğini gördü. Anlaşılan yine altına kaçırmıştı. Safiye, kardeşini daha fazla üzmemek için yanına gidip:
- A benim güzel kardeşim. Ne üzülüyorsun; asarız dışarıya öğleye kadar kurur, çarşafı da yıkadık mı mis gibi olur, dedikten sonra yorganı kucaklayıp dışarı çıktı.
Kahvaltıdan sonra anasının söylediği iğne ipliği alıp, komşularının yanına gitti. Ne diyeceğini bilemediği için sadece iğneyi ipliği uzatıp:
- Anam rüyama girdi. “Bunlar Zehra yengenindir, ona ver.” deyiverdi.
Daha fazla konuşamadı. Yutkundu ve yerinde kalakaldı. Duyduklarını, Zehra hanımın aklı almıyordu. Başındaki yaşmağı düzeltir gibi yapıp yaşmağın bir ucuyla da gözyaşlarını sildi. Başını iki yana sallayıp:
- Hey gidi rahmetli. Senin gibi komşu az bulunur, diyebildi ancak.
...
Safiye, evde işlerinin olduğunu söyleyip evden çıktı. Zehra Hanım da:
- Kızım buraya kadar gelip hemen mi gideceksin. Bari bir ayranımı iç, dedi.
- Başka bir zaman inşaallah.
Safiye, geriye dönerken anasının vermiş olduğu görevi yapmanın huzuru ile evinin yolunu tuttu. Yolda, Selim'i kazları suya götürürken arkadaşlarıyla şakalaşmasını görünce hüznünün biraz daha azaldığını hissetti. Artık o kadar hüzünlü değildi.
DEMİRDAĞ'IN LALESİ
Coşkun Bey sonunda istediği arsayı almıştı. Artık günlerce hayâlini kurduğu inşaata başlayabilirdi.
-Çok güzel olacak Coşkunkent, diye mırıldandı. Şehrin dışındaki bir tepenin üzerinde kurulacak bu sitedeki evleri bir yıla kalmaz satarım, diye düşündü.
Telefonun sesiyle hayâllerine ara vermek zorunda kaldı. İnşaat şefi heyecanla:
-Greyder bozuldu efendim. Getirmedik usta bırakmadık, bir türlü tamir edemediler, deyince Coşkun Bey kızdı:
-O tepe bugün düzenlenecek! Greyder bozulduysa hemen başka birini bulun!
Artık hayâl kuramazdı, büroda da duramazdı. Kalkıp inşaat sahasına gitti. Gördükleri karşısında şaşkınlığı arttı. İkinci greyder de bozulmuştu. Öfkeyle üçüncü ve daha sonra da dördüncü greyderin getirilmesini emretti. Onlar da getirildi, ama nafile.
Dört tane greyder, sarı bir lâlenin önünde çakılıp kalmıştı. Daha doğrusu lâleyi dört yandan koruma altına almışlardı. Coşkun Bey kızdıkça kızıyor, etrafa emirler yağdırıyordu. Emir demiri keser deseler de greyderlere etki etmiyordu. Ustaların burnundan tutsan canları çıkacak gibiydi. Herkesin yüzü asılmıştı. Sadece koruma altına alınan lâle sarı sarı gülümsüyordu güneşe karşı.
Sabahtan beri olanlara anlam veremeyen işçilerden biri:
-Bu akıl fikir işi değil efendim! Bu işte bir sır olmasın sakın, dedi korkarak.
Bu sözler üzerine Coşkun Bey çok eskilere gitti. Annesi de buna benzer sözler söyler, sonra da Yunus Dedenin yanına giderdi akıl danışmak için. Bunları düşünürken kararını verdi.
-Çalışmaları bırakın ve arabamı hazırlayın, dedi.
Yunus Dedeyi getirmesi için küçük kardeşini köye yolladı... Yunus Dede akşamüzeri inşaat alanındaydı. Olup bitenler hakkında bilgi aldıktan sonra sakalını sıvazlayarak düşünmeye başladı. Bir ara:
-Şunların yanına gidip hâl diliyle hâlleşelim, bakalım dertleri neymiş, diye mırıldandı.
Yunus Dedenin dediklerini duyan Coşkun Bey:
-İlâhî Yunus Dede! Orada cılız bir lâle, dört tane de demir yığını greyder var. Onlarla nasıl konuşacaksın, diyecek olduysa da bir bildiği vardır elbet, diye vazgeçti.
Yunus Dede gülümseyerek greyderlerin yanına doğru gitti. "Selamünaleyküm" diyerek oraya ilk gelen greyderin yanına oturdu. Gözlerini kapatıp başını sol tarafa doğru biraz eğdi. Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Bu arada alışılmışın dışında, fısıltıya benzer sesler duymaya başladı. Lâleyle greyderin kepçesi konuşuyordu.
Lâle mutlu bir şekilde:
-Çok sağol kepçe kardeş! Bu yaptığın iyiliği hiç ama hiç unutmayacağım. Fakat niçin böyle davrandığınızı anlayabilmiş değilim, dedi.
Kepçe, derin düşüncelerden uyanmış gibi anlatmaya başladı:
-Lâle kardeş! Çiçekler çok güzel varlıklardır, ama demir deyip geçmemek gerekir. Sana garip gelebilir, ama demirden de olsa bizim de bir yüreğimiz var.
Lâle özür dileyince gülümseyen kepçe:
-Özür dilemenize de teşekkür etmenize de gerek yok. Biz yıllar önce verdiğimiz sözü yerine getirdik.
Lâle merakla:
-Hangi sözü, diye sordu.
-Bizler Demirdağında yaşayan madenlerdik. Ne bir kuş konardı yanımıza ne bir çiçek açardı üstümüzde. Otlar bile yüzümüze bakmazdı. Fakat bir gün nereden geldi, nasıl geldi bilinmez sarı bir lâle gülümsedi üzerimizde. Yılların yalnızlığını onunla bölüştük, onunla ağladık, onunla gülüştük. Baharı onunla karşıladık, yazı onunla uğurladık. Daha doğrusu yaşadığımızı, sevmeyi ve sevilmeyi ondan öğrendik. Dostluğumuz o kadar ilerledi ki bir gün:
İyi günler gitmesin,
Güneşimiz batmasın,
Aylar, yıllar geçse de
Dostluğumuz bitmesin, diye bir sevgi yemini ettik.
Aradan yıllar geçti. Bizi maden olarak demir-çelik fabrikalarına götürdüler, oradan başka fabrikalara gittik ve sonunda kepçe olduk. Buraları düzlerken tam senin önüne gelince sevgi yeminimizi hatırladım. Bütün moleküllerimle beraber demir yüreğim titremeye başladı. Benim duygularım, plastik bölümler hariç greyderin bütün demir bölümlerine yayıldı. Plastik düğmeye bizi çalıştırmak için ne kadar bassalar da biz çalışmadık. Diğer greyderler de aynı şeyi yaptılar. Kısacası lâle kardeş, biz burada olduktan sonra sana kimse zarar veremez...
Sevginin ve dostluğun gücü karşısında sarı lâlenin yanakları kıpkırmızı oldu.
-Anlattıklarınızın hepsi iyi de bu böyle süremez ki, diye lafa girdi Yunus Dede.
Kepçe öfkeyle sordu:
-Sen kim oluyorsun da bizim sohbetimize karışıyorsun!
Yunus Dede tatlı tatlı tebessüm ederek:
-Ey vefalı ve asil kepçe! Sen nasıl yıllarca önce verdiğin söze sadık kalmaya çalışıyorsan, biz de "Kâlû belâ"da verdiğimiz söze sadık kalmaya çalışanlardanız. Şeklimiz ve yüzümüz seninle farklı olsa da özümüz aynı sayılır.
Bu sözler üzerine kepçe biraz yumuşadı:
-Seni sevdim ey bilge kişi! Madem "Böyle süremez!" diyorsun, o zaman teklifin nedir?
Yunus Dede, yine derin düşüncelere daldı ve sakalını sıvazlamaya başladı. Kepçenin biraz sertçe söylediği:
-Evet, teklifini bekliyorum, sözleriyle kendine geldi.
Yavaş yavaş anlatmaya başladı Yunus Dede:
-Şey! Gördüğüm kadarıyla lâleyi çok seviyorsun. Bir de sevgi yemininiz var. Bu güzel bir duygu. Ama buraya da güzel evler yapılacak ve yüzlerce çocuk sıcacık bir yuvaya kavuşacak. Hem biliyor musun, çocuklar da birer insan çiçeğidir!
Kepçe yine sertleşerek:
-Peki bizim sevgi çiçeğimiz ne olacak, dedi.
Yunus Dede yumuşak ve içli bir sesle:
-Kızma be kepçe kardeş! Bizim insan çiçeği olan çocuklar da çiçekleri çok severler. Diyorum ki; bu lâle kardeşimizin çevresinde elli metre kare genişliğinde bir boşluk bırakılsa ve oraya çiçekler ekilse, geri çekilmeye razı olur musunuz?
Kepçe, kuşkulu bir tavırla:
-Ya biz geri çekilince sözünüzde durmazsanız?
Bu sefer Yunus Dede sertleşti:
-Yok kepçe kardeş! O kadar da ileri gitme! Sen yüz yıl önce verdiğin sözü unutmuyorsun da ben bugün verdiğim sözü bir gün sonra niçin unutayım?
Sesini biraz yumuşatarak konuşmasına devam etti:
-Siz nasıl madenlerin en asiliyseniz biz insanlar da yaratılmışların en şereflisiyiz. Hem bizim güzel bir atasözümüz vardır: "Öl söz verme, öl sözünden dönme!"
İşi tatlıya bağlamak isteyen lâle:
-Kepçe kardeş! İnsanların bazısı yanlış işler yapsa da çoğu iyi niyetlidir. Hem benim içim ısındı bu bilge kişiye, dedi.
Yunus Dede çok duygulanmıştı. Oturduğu yerden yavaş yavaş kalkıp yaşlı ve gülen gözlerle Coşkun Beyin yanına gitti. Coşkun Bey çiçek bahçesi yapılmasına razı olduğunu söyleyince, şoförler direksiyon başına geçtiler. Greyderler tıkır tıkır çalıştı.
Yunus Dede ellerini açıp bir duaya başladı:
-Ya Rabbî! Dünyamızdan lâle çiçekleri, gönlümüzden sevgi çiçekleri eksik olmasın! Dostluk ve vefâ çiçekleri asla solmasın! İnsan çiçeği olan çocuklarımız da evsiz barksız kalmasın...
Orada bulunan canlı cansız bütün varlıklar kendi dillerince "Âmin!" dediler.
SOĞUK GAZOZ
İçerisi oldukça sıcaktı. Sıcaktı demek de az olur. Yazın kavurucu sıcağının yanında bir de iş yerinin alçak, basık tavanı altında nefes almak zordu. Gürültü, boya ve vernik kokusu da karışınca hâliniz kalmıyor.
Fırçayı kutuya batırdım, önümdeki sandalyenin tahtasına sürdüm. Alnımdan kayan ter, yanaklarımı ıslattı. Boynumdaki mendille sildim. Böyle olmayacaktı. İşi bıraktım. Öğlenin sıcağı insanı bunaltıyordu. Şöyle soğuk bir gazoz olsa da içsek, ciğerimiz soğurdu.
Asmanın altındaki çeşmeyi açtım. Biraz serinler mi diye bekledim. Babam seslendi:
- Boşuna bekleme soğumaz. Hele bu öğle sıcağında.
Avucuma aldığım suyu dudaklarıma götürdüm. Ilıktı. İçtikçe susuzluğum arttı. Vazgeçtim. Bol suyla yüzümü yıkadım. Hasan Usta da çıktı.
- Çok sıcak, içeride çalışılacak gibi değil. Akşam devam etsek. Hem serinlikle daha çok iş yapılır.
Babam çeşmeye eğildi. Yüzüne su çarptı.
- Biliyorum. Ama işi hafta sonuna bitirmeliyiz.
Biz kendi aramızda konuşurken karşı caddeden kahveci çırağı geçti. Elinde taşıdığı tepside buz gibi gazozlar vardı. İstemeden iç geçirdim. Eğilip ılık sudan birkaç yudum daha içtim. Babamla Hasan Usta atölyeye geri dönüyordu. Arkalarından seslendim.
- Baba, buzdolabını tamir ettirsek. Ciğerimiz yanıyor. Soğucak su içerdik.
Esmerleşmiş yüzü sıkıntılı bir hâl aldı.
- Şu yatak odasını teslim edelim yaptırırız, diye üzüntülü bir sesle cevapladı.
Boş caddeden taksi geçti. Gelip gidenler seyrekleşti. Sıcakta kimse alışverişe çıkmıyordu. Beton binaların arasından gökyüzüne buhar çıkıyordu. Tam bunlara dalmışken:
- Hüseyin, gelir misin, dedi içerinin gölgesinden başını çıkaran babam.
Hemen yanına koştum. Cebinden çıkardığı parayı uzattı. Islak ellerimi kuruladım. Bu ne der gibilerden baktım. "Acaba gazoz mu aldıracak?" dedim içimden. Konuşmasına devam edince:
- Nalburdan vernikle tutkal alıver. Şu paralar yeter.
Kâğıt paralar elimde kaldı. Sıcaktan boğazım çoktan kurumuştu. Bir gazoz parası istemek geçti aklımdan. Ama bir türlü söylemeye dilim varmadı.
Karşıya geçiyordum ki babam seslendi.
- Biz camide olacağız. Sen de gel, dedi.
Elimi kaldırdım.
- Anladım, dedim. Esnaf, dükkânlarının gölgesine çekilmiş sessizce müşterilerin gelebileceği ikindi vaktini, havanın serinlemesini bekliyordu. Trafik ışıklarına doğru giderken karşımdan çırak geldi.
- Soğuk ayran, soğuk gazoz var, diye bağırdı. İstemeden cebimdeki paraları çıkardım. Acaba bir şişe gazoz alsam mı? Çok susadım. Bir gazoz parası, acaba alsam babam fark eder mi? Çırak yanımdan gelip geçti. Arkasından bakıp kaldım.
İki sokak ötedeki nalbura girdiğimde içeride bir müşteri vardı. Bekledim. Yaşlı nalbur müşteriyi kapıdan uğurladı. Geri dönerken beni gördü.
- Hava da amma sıcak. İnsanın buzdolabına giresi geliyor, dedi. Tezgâhın arkasına geçti.
- Buyur, oğlum. Ne istiyorsun?
Elimdeki kâğıttan istenilenleri okudum. O, gözlerini küçültüp beni dinledi.
- Birer birer oğlum. Aklımda kalmıyor. İhtiyarlık. Ne edersin bizde unutkanlık başladı, deyip istediklerimi hazırlamaya başladı.
İçeriye küçük bir deniz meltemi girdi. Sanki yüzümüze can geldi.
- Yüzümü sıvazladım. Başımı salladım.
Birer birer aldıklarımı zihinden hesaplayıp poşete koydu. Azıcık serinleten meltem çoktan gitmiş içerisini tekrar boğucu sıcak doldurmuştu.
Uzattığım parayı saydı. Kasayı açtı. Paraları yerleştirdi. Poşeti elime almıştım ki:
- Buyur oğlum. Babana da selâm söyle dedi.
İki elimdeki poşetleri yere bıraktım. Avucumun içindeki paralara bakıp kaldım. Beni düşünceli görünce:
- Ne o bir şey mi unuttun, diye sordu. Derin bir nefes aldım, içerinin sıcağından aklım durmuştu.
- Yok, dedim. Sıcakta başım pişti.
Gün, öğleye doğru çıkıyordu. İyice kısalmış gölgelere sığınmaya çalışarak caddede yürüdüm. Poşetin sapı elimi kesmişti. Kaldırımda durdum. Avucumun içi kıpkırmızıydı. Yere eğilip poşetlerin sapından tutacaktım ki karşı kaldırımda kahveci çırağının sesini duydum.
- Soğuk gazoz, ayran!
Tam karşıya geçecektim ki aklıma nalburun verdiği para geldi. Aceleyle poşetleri koydum. Terli ellerimle parayı saydım. Fazla vermişti. Aldıklarımı tekrar hesapladım. Gerçekten fazlaydı. Ne yapacağımı düşünürken gözüm pastahaneye kaydı. Çocuklar birikmiş, kimi dondurma alırken kimi de gazoz içiyordu. Bir nalburun bulunduğu caddeye bir de pastahaneye bakındım. Yavaşça eğilip çantaları avuçladım. Biraz sonra dudaklarımı ıslatacak buz gibi gazozu düşünerek karşıya geçtim. Hem kimin haberi olacaktı. Babam alacağımız malzemeler kadar para vermişti. Ne yapalım canım, nalbur da iyi hesaplasaymış. Baksana şu gazoz içen çocuklara. Bu sıcak günde de ancak insanı gazoz serinletir.
…
Boğucu sıcağın altında dükkâna girdim. Küçük bir camdan içerinin aydınlandığı dükkâna göz gezdirdim. Rafların arkasından öksürük sesi geldi. Önüne düşmüş gözlüğünü taktı. Beni tanıyınca:
- Hayrola evlâdım. Bir şey mi unuttum.
Kurumuş boğazımla yutkundum.
- Hıhı, unuttuğum bir şey var, dedim nalbura. Çantaları bir köşeye bırakıp parayı uzattım.
- Fazla vermişsiniz. Hesapladım.
Ayrıca elimdeki listeyi uzattım. O dikkatlice listeyi gözden geçirirken kapıdan dışarı adımımı atmıştım. Zorluklar yürürken karşımdan kahveci çırağı geldi. Elindeki tepsiye bile bakmadan yanından geçtim. Bir adım atmıştım ki:
- Hey, küçük bakar mısın, dedi yaşlı adam. Geri döndüm. Nalbur kahveci çırağına bir şeyler söylüyordu. Eliyle işaret etti. Ben geri dönerken yaşlı nalbur içeriden iki tabure çıkardı.
- Hele şöyle otur bakayım.
Taburenin birini bana uzattı. Otururken çırağa:
- Aç bakalım birer tane şu soğuk gazozlardan da içimiz serinlesin, dedi.
Yutkundum ve elime gazoz şişesini aldım.
"Şükürler olsun Allah'ım sana!" deyişimi istemeden yaşlı amca da duymuştu. O ise elinde şişeyle beni seyrediyordu. Âdeta benim içmemden büyük bir zevk alır gibi gözlerinin içi parıldıyordu.
- İç iç, sen bunu hak etin, dedi.
Buz gibi soğuk gazoz kurumuş boğazımı ıslatırken öğle ezanı okunmaya başladı.
Nalbur yavaşça yerinden kalktı.
- Camiye gidiyorum. Sen rahat rahat iç, dedi.
- Ben de gideceğim, dedim.
Gölgeleri kısacık binaların önünden geçip camiye giderken yüreğim serinlemişti. Nasıl serinlemez, buz gibi bir şişe gazoz içmiştim. Yüzümde mutlu bir gülümseme belirdi cami avlusuna girerken.
Hikaye yazarımız sadece perşembe günleri saat 11:00 ile 17:00 arası buradadır o sebeple hikaye okumak isteyen. bu saatler arası siteye giriş yapabilirler.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 5 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
|
|