EmpİRe
  KİTAP ÖZETLERİ
 

 

BARBAROS HAYRETTİN GELİYOR FERİDUN FAZIL TÜLBENTÇİ

KONUSU: Osmanlı İmparatorluğu’nun dört kıtada at koş­turduğu dönemlerde, denizlerin de, Türk Donanmalarının ege­menliği altına girmesi anlatılmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet, Midilli adasını fethettiği zaman, ada­nın güvenliği için gazilerden 200 kadar yeniçeri ve bir miktar sipahi bırakır. Aynı zamanda da belirli bîr sayıda Türk ailesini de buraya yerleştirir. Yenice Vardarlı Yakup isimli sipahi de bunlar­dan birisidir. Yakup’un bir müddet sonra İshak, Oruç, Hızır ve îlyas isminde dört oğlu olur. Yakup onları, iyi birer asker olarak yetiştirmek için her türlü gayreti gösterir, fedakârlığı yapar.
Hedefleri birer kahraman olmak olan kardeşler, önceleri kendileri için denizde korsanlığa başlarlar. Kısa sürede gelişir, güçlenir ve denizlerde nam salarlar. Tabu, bu iş o kadar kolay olmaz. Yaptıkları savaşlarda İlyas ve Oruç Bey’ler şehit düşerler.
Hızır Reis, liderliği üstlenir ve denizlerde Türk bayrağını ha­kim kılar. Tunus ve Cezayir’i ele geçirerek, Akdeniz’i bir Türk denizi haline getirir. Yavuz Sultan Selim, kendisine yaptığı bu hizmetlerden dolayı hem “Hayrettin” ismini, hem de Tunus ve Cezayir Beylerbeyliğini verir. Bundan sonra “Barbaros Hayrettin Paşa” olarak anılır.
Barbaros Kardeşler, yaptıkları deniz seferleri ile Akdeniz’de kıyısı olan devletlere ve Haçlı donanmalarına büyük kayıplar verdirdiler. 1538 yılında, kendilerinden kat be kat üstün olan Andrea Dorya komutasındaki hemen hemen bütün Avrupa’nın ortak gücü olan donanmalarına karşı, Preveze’de büyük bir zafer kazandılar.
Barbaros Hayrettin, tüm bu zaferlerden sonra İstanbul’a da­vet edildi ve bizzat Kanuni Sultan Süleyman tarafından büyük bir törenle karşılandı. Kendisine Kaptan-ı Derya’hk unvanı verildi (Deniz Kuvvetleri Komutanı). O günden sonra artık İstanbul’da yaşadı ve 1546 yılında vefat etti.
Mezarı ve heykeli bugün İstanbul Beşiktaş iskelesi önünde bulunmaktadır.

 

KONUSU:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, cin, peri ve gulyabani gibi boş inançların kötüye kullanılarak, saf ve namuslu insanların nasıl kandırıldık­larını anlatmaktadır.

Mubsine Hanım:
Muhsine Haram ve Haa Hasan Efendi, ilerlemiş yaşlarına rağ­men birbirlerini çok seven, birbirlerine karşı hep sevgi dolu muhabbetler eden kişiler olduklarından, onlara ben de bir sevgi beslerdim. Bir gün bunun sırrını sordum. Muhsine Hanım bana uzun uzun anlattı. Yazdıklarım, Muhsine Hanım’
ı
n kendi ağzında hayat hikâyesidir:
“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Sağ olsunlar, her ihtiyacımı karşılamaya çalıştılar. Biraz erken de olsa, çeyizimi düzerek, beni herifin birine verdiler. Kör olası sarhoş ve soysuz çıktı. Her gün dayak, her gün dayak… Canıma tak etti. Üç sene dayandıktan sonra, bohçamı alıp kaçtım. Boşandım, kurtuldum.
Taze dul kalınca, isteyenler çok oldu. Ancak bir zaman kim­seye varmadım. Evlere hizmetçiliğe gittim, sarkıntılık etti­ler…Neyse, eskiden beri beni tanıyan bir Ayşe Hanım vardı, gelip beni buldu ve bana, “Sana uygun güzel bir yer var; lakin burada ya­şadığın sürece, ağzın çok sıkı olacak; gördüklerini, duyduklarını kimseye anlatmayacaksın” dedi. Çaresizlikten kabul ettim. Sonradan öğren­dim ki, benim buraya girmem karşılığında, hayli yüklü bir para almış.

Yedi Çobanlar Çiftliği:

Ayşe Hanım’la birlikte bindiğimiz arabanın sürücüsü, çiftli­ğe gittiğimizi öğrenince, oranın “emlerin ve perilerin mekanı olduğu­nu, gulyabaninİn kol gezdiğim, üstelik çiftlikte deli bir kocakarının bu­lunduğunu.” söyledi. Ayşe Hanım, arabacıyı azarladı. Böylece, konuşa söylene çiftliğe vardık.
Muhatapları elli yaşlarında Çeşmifelek Kalfa’dır. Bir de on­dan daha yaşlı Ruşen Abla vardır. Koca kırk odalı bir yerde, iki yaşlı kadının yalnız başlarına yaşamaları, Muhsine’nin garibine gitmiştir. Ayşe Hanım,. Muhsine’yi överek tanıtır. Ruşen Abla, şişman bir Arap kadınıdır. Muhsine’yi alır yanında götürür. Muhsine’nin sorularına ürkütücü cevaplar verince, Muhsine “Gitmek istiyorum.” diye ayaklanır. Ancak, Ayşe Hanım çoktan gitmiştir.

Korkulu Bir Akşam Yemeği:
Artık, kaderime boyun eğmekten başka çarem yoktu. Saat­lerce, kapının dibinde oturdum. Akşama doğru Çeşmifelek Kalfa gelip beni “Haydi kızım Ruşen’e yardıma gidelim” diye çağırdı. İtaat ettim. Birlikte yürüdük. Biraz sonra ayaklarıma bir şeylerin dolaş­tığını hissettim. Meğer kedi imiş. Neyse, Ruşen Kadın’m yanına vardık. Birlikte yemeklerimizi yedik. Sonra hep birlikte oturma odamıza döndük. Bu iki kadının esrarengiz davranışları, bana cinlerle, perilerle bir ilişkileri olduğu hissini veriyordu.
Hele hele yatma vakti geldiğinde Ruşen Kalfa: “Erken yatmak lâzım. Gündüzler bizlerin, geceler onların, kızdırmaya gelmez.” deyin­ce, korkularım iyice arttı. Ruşen Kalfa, boynuma bir muska astı, “Korkma, yalnız sakın ha, odandan da dışarı çıkma!” deyip gitti.

Periler:
Korku içinde tir tir titriyordum. Üstümü başımı çekiştiriyor, sağımı solumu yokluyor, her tıkırtıda pür dikkat kesiliyordum. Dışardan “vak vak, gak gak” sesleri birbiri peşi sıra geliyordu. Allahım ne yapacaktım. Çaresizlikten, Ruşen Kadm’
ın söylemiş olduğu “Emret ya cin!” dedim ve olduğum yere düştüm. Sabaha karşı uyandığımda, korku ile vücudumun her tarafına baktım. Çok şükür, beklediğim gibi bir hasar yoktu. Biraz daha yatmaya çalıştım. Kapım güm güm vuruluyordu. Kalkıp açtım. Baktı Ru­şen Kadın. Gece olanları anlattım. “Bu gece, sana beyaz elbise vere­yim, onunla yat.” deyince, “Gece burada kalan kim, hemen gidiyorum.” dedim. “Sen artık perilere karıştın, bir yere gidemezsin.” dedi. Çeşmifelek Kalfa da geldi. Ağladım, sızladım, beni geri gönderin dedim, hiç dinlemediler bile…Neyse ki birkaç gün sonra bu hayata alıştım.

Bilmece İçinde Bilmece:
Bir gün odaların birinden ses duydum. Bu, Ruşen Kadın ile Çeşmifelek Kalfa’nın sesine benzemiyordu. Bir kadın sesi idi.
Gerçek miydi yoksa bana mı öyle geliyordu? Bütün cesare­timi toplayıp, biraz ileri gittim. Şimdi ses daha net geliyordu..
Anlaşılmasın diye hemen yerime döndüm. Yürürken, bir er­kek sesi “Bu gece sınavın var.” diyordu.

Ahu Baba Yahut Gulyabani:

Sessizliğim ve uysallığım sayesinde, her iki kadının da gö­züne girmiştim. En büyük merakım, o sesin sahibini tanımaktı. Bir gün yine iyice o sese yaklaştım. Biriyle konuşuyordu. “Bana bir şey yapamazsın, iki tane gül gibi hizmetçimi yedin” vb. konuşmaları du­yunca, yeniden korkunun girdabına kapıldım. Hızla geri dönme­ye başladım. Birden yanı başımda dev gibi bir gölge ortaya çıktı. Dilim, damağım tutuldu. Olduğum yerde kaldım. Bu esnada, Ruşen Kadın ve Çeşmifelek Kalfa geldiler. Onlara duyduklarımı ve gördüğüm gölgeyi anlattım. Yaşlı kadından haberleri vardı. Gölgenin ise Ahu Baba’nın gölgesi olduğunu söylediler. Ve hep birlikte, yaşlı kadının yanına gitmemizi kararlaştırdılar.

Hanımefendiyi Ziyaret:
Kilitli kapıları açarak, daracık sofalardan geçerek, yaşlı kadı­nın bulunduğu yere geldik. Lakin kendisi ortada yoktu. Dikkatli bir şekilde araştırınca, dipte bir köşede, kıvrılmış olarak uzandı­ğını gördük. Benim için, “Bu kim?” diye sordu. Öğrenince de ya­nına çağırıp, “Bu ne güzel bir kız.” diyerek çenemi okşadı. Kanım ısınmıştı. Yanında dahi kalmaya karar verip, bunu ötekilere söy­ledim. Bu esnada koyun postlu, üstü boynuzlu bir baş göründü. Kor­kudan, dizlerimizin bağı çözüldü. Meğer bu meşhur Samsam’mış.
Dediler ki Samsam herkesin kendi yerine çekilmesini istiyor. Hanı­mefendi, “Haydi gidiniz.” dedi. Ruşen Kalfa öne düştü, hepimiz oda­larımıza çekildik.

Aşık Peri:
Artık uyumam mümkün değildi. Böyle tedirgin ve korku i-çinde yatağımda büzüşmüş otururken bir erkek sesi duydum. Bu mani söyleyerek, birisine aşkını ilan ediyordu. Herhalde ben ola­mazdım. Tam bu sırada devam etti:
“Yandı sana yüreğim, Muhsine, ah meleğim, Tahammülüm kalmadı, Aç yorganı gireyim.”
Eyvah, demek şimdi hedef bendim. Korkum iyice arttı. Bu arada ses devam ediyor, “Seni yemem.” vb. sözler söylüyordu. Bu kadar korkuya bir insanın dayanma derecesini deneyerek şaşırıp kalıyorum. Şimdiye kadar niçin bayılmadım, niçin Ölmedim… Bu arada patırtılar sürekli artıyordu. Bir müddet sonra tamamen kesildi. Oh, ancak ben de bitmiştim. Karmakarışık duygular için­deydim.

Periyle Söyleşme:

Bu halde iken, bir erkek sesi: “Elmasım, hiç korkma. O uğursuz perileri hep savdım. Seni kurtarmaya geldim” diyordu. Kapatmış olduğum gözlerimi hafifçe açarak, parmaklarımın arasından bak­tım. Köylü kılıklı, gürbüz, yakışıklı, sevimli bir delikanlı karşımda duruyordu. “Ben düşmanın değil, dostunum. Seni kurtarmak için ne büyük tehlikelere göğüs gerdiğimi bilemezsin.” diye devam etti.
Sen insan mısın, peri misin, diye sordum. “Ben de senin gibi bir insanım. Adım Hasan. Çiftlikte dışarda çalışıyorum. Bu çiftliğin bütün cinleri, perileri hepsi sana sahip olmak istiyor. Bu yüzden birbirle­ri ile kavga ediyorlar. Sen İse sadece benim olacaksın, onların hepsine engel olacağım.” dedi.
Hasan’
ı beğenmiştim. Söylediklerini kabul ettim.

Hasanla Gündüz Karşılaşma:

Gündüz, dışarıda çalışanların evin içerisine girmeleri gereki­yormuş. Bizler kenara çekildik, erkekler önümüzden geçtiler. Hasan da aralarındaydı. Üzerindeki elbiseler aynı idi. Güzel ve yakışıklı bir erkekti. Bir fırsatını bulup yanıma yaklaştı. “Ölmek var, dönmek yok.” diyerek hem evlenmek, hem de buradan kur­tulmak için anlaştık.

Tuhaf Bir Sınav:
Meğer, bahçede cinlerle, perilerle sınav olacakmışız. Hepi­miz tertemiz olduk, hanımefendiyi de alıp, bahçede sınav yerine geldik. Sırası ile Hanımefendi, Ruşen Abla, Çeşmifelek Kalfa bu acaip sınavdan geçtiler. Sıra bana geldi. Acaba nasıl olacaktı? İlk soru geldi: “Eşekamrtan, Deveoğlu yokuşundan kaç parmak yüksek­tir?” Arkamdan tüylü perilerden biri: “Sekiz parmak, altı buçuk nokta yüksektir.” diye cevap verince bu sınavı geçtim. Arkasından, benzer abuk subuk sorular gelmeye başladı… Hiçbir soruya iste­dikleri doğru cevabı veremedim. Sağlam sıfırı almıştım. Neyse, ne olursa olsun, sınav bitti, yeniden odalarımıza çekildik.

Kanlı Bir Dövüşme:

Döşeğime girdim. Uyumak mümkün değildi. Aklım hep, o acaip sorularda idi. Biraz sonra kapı fıkırdadı. Gelen Hasan’di. Daha bir iki konuşmamıştık ki, takırtı sesleri gelmeye başladı. Ben korktum. Hasan, “Korkma.” diyerek belinden bir tabanca çıkardı. Perinin odama geldiğini anlayınca, Hasan dolabın içine girdi. Sonra peri geldi. Zayıf, çelimsiz bir peri idi. Bana aşkını ilan etti. Dolapta Hasan, karşımda çelimsiz peri, bana bir cesaret geldi ve onunla konuşmaya başladım. Peri “Senin yatağına girmeden surdan şuraya gitmem.” diyerek inat ediyordu. Üstüme atıldı, boğuşmaya başladık. Hasan dolaptan çıkıp karşısına dikildi. Kudurmuş bir kurt hızıyla, “Şevki Bey’İn perisinin üzerine atıldı.: “Bu lanetli çift­likte birkaç kadının kanına girdiniz. Ama bunun kılına dokundurtmaya­cağım.” Şevki Bey’in perisi bir ıslık öttürdü. Birden, yükten dört tane daha tüylü peri canavarı çıktı. Hasan’m üzerine atladılar. Hasan tüm mücadelesine rağmen, beş kişiye karşı yenik düştü. Sürüye sürüye çekip götürdüler.

Hanımefendinin Nefesi:
O gece çektiğim ızdırabı bir ben bilirim. Hasan’m o hali gö­zümün önünden gitmiyordu. Boğazı yarılıp kesilerek daha ölme­miş bir koyunun son debelenmelerini andıran çırpınışlarla oradan oraya kendimi vurdum, yerlerde süründüm.
Şafak attı. En kara günüm başlıyordu. Yüklüğü açtım. Ne varsa boşalttım. Hiçbir iz bulamadım. Dışarı çıktım, Ruşen Kalfa “Bu gece birisini boğazladılar galiba…” deyince bir çığlık attım. Cin­lerin, perilerin beni çarptığına hükmederek, hanımefendinin ya­nına götürdüler. Onun huzurunda dün gece olanların hepsini anlattım. Hepsi büyük bir korku içinde kaldılar.

Hepimizin Hakkında İdam Hükmü:

Hepimiz hanımefendi ile birlikte kalmaya karar verdik. Gece olunca, cinler ile periler karşılıklı atışmaya başladılar. Korku ile sinmiş, kaderimizin sonunu beklemeye başlamıştık ki, depreme benzer bir sallantıyla her yer sallandı. On beş dakika süren sal­lanmanın arkasından, bütün sesler kesilmişti. İdam hükmümüzün verildiğini anlamıştık.

Gulyabaninİn Yenilmesi ve Maskesinin Düşürülmesi:
Madem ki ölecektik, böyle koyun gibi beklemek neyin nesi idi? Zaten Hasan’
ıma yanmışım. Ne olursa olsundu? Bu cesaretle pencereyi açtım. Bahçe açıkça görülüyordu. Bir boru öttü. Tüylü yaratıklar ortaya çıkıp, sıra halinde dizildiler. Sonra Gulyabani gözüktü. Dev gibi bir yaratıktı. Kocaman karnı vardı. Bizden tara­fa bakıp seslendi: “Sizi öldürmeye geldim.” Ölümden Öte köy var mıydı? Gulyabani cama yaklaştı. Korkunç sopasını içeriye uzattı. Can havli ile atlayıp, iki elimle sopasına yapıştım. Artık her şey bitmiş miydi? Birden bir silah sesi İşitildi. Arkasından da “Mel’un çekil o pencerenin önünden!” diyen Hasan’ın sesi geldi. İkinci kur­şunda, tüylülerin üzerine, kurşun yağmaya başladı. Çok geçmedi kapılar kırıldı, ellerinde tüfekler, meşaleler, bir kalabalık bahçeye doldu. Bütün cinlerin etrafını çevirdiler. Ortalarında Hasan’ı
mı gördüm. Haykırıyordu: “Ey! Bu uzun kılığa girmiş alçak adam, orta­ya çık.l” Atlayarak bacaklarına vurdu. Sonra da ona emretti. Uzun boyu ile yürütüp, pencerenin önüne getirtti. Alt tarafını soyunca, uzun takma tahta cambaz ayakları, kafasındakini çıkartınca da otuz beş kırk yaşlarında çirkin, sakallı kara bir surat ortaya çıktı. 13u çiftliğin kahyası Zekeriya Efendi’den başkası değildi. Tahta bacakları söküldü, diğerleri gibi elleri bağlanarak onların yanma konuldu. Diğer cinler ise Şevki Bey, Bekir Efendi, Bayram, Agâh, Zeynel idiler… Hasan tek tek bunlara, kılığına girdikleri cin, peri ve hayvanların taklitlerini yaptırınca ve çiftliğin içinde ve dışında kurmuş oldukları bütün düzen ve tezgâhlar bir bir ortaya çıkartı­lınca, iş iyice anlaşılmıştı.
En çok sevinen, yıllardan beri deli muamelesi görüp, malı mülkü elinden alman hanımefendi idi. Hasan’a bu yüzden çok minnettardı.

Suçlular adalete teslim edildiler. Hasan ile nikâhımız kıyıldı, üç gün üç gece düğün oldu. Ruşen abla ile Çeşmifelek Kalfa’yı da çeyizlerini düzüp birer kocaya verdik…
Kocam bu Hacı Hasan Efendi, hikâyedeki işte bu kahraman güzel Hasan’dır


 

DEDE KORKUT HİKAYLERİ

ıÜüGünümüze kadar gelmemiş olan ve on iki epik hikaye­den oluşan Dede Korkut Kitabı’nın diğer adı Oğuz Destanı (Oğuzname)’dır. Kuzeydoğu Asya’daki Göktürk Devletini oluşturan halklardan olan Oğuzlar, sonradan güneybatıya doğru göç ederek, X. yüzyılda Maveraünnehir ve civarındaki bozkırları yurt edinmişlerdir. Müslümanlığı kabul eden Oğuz­lar, X. ve XI. yüzyıllarda, o zaman müslüman olmayan Kıpçaklarla sürekli olarak çarpışmışlardır. İşte Dede Korkut Ki­tabı, Oğuz boylarının Doğu Anadolu’da kendi aralarındaki veya Trabzon Rumları ve Kafkas Gürcüleri ile olan savaşlarını anlatır. Bu savaşlar, tahminlere göre, eski Oğuz Destanı’na yansımıştır.
Ozanlar olayları defalarca yeniden saz eşliğinde söyle-mişlerse de en eski metinler kaybolmuştur. Elimizdeki met­nin, Oğuzlar Ortadoğu’ya yerleştikten sonra, Osmanlılar dev-rinde Doğu Anadolu’da Erzurum bölgesinde, XV. yüzyıl so­nunda yazıya geçirildiği tahmin ediliyor. Ve Oğuzların hükümdarı “Hanlar Hanı” Bayındır Han, Banu Çiçek, Burla Hatun ve Selcen Hatun diğer kahraman­lardır.

Aşağıda Dede Korkut Hikayeleri özetlendirilmiştir.

Dirse Han Oğlu Boğaç Han

Hanlar Hanı Bayındır Han, yılda bir kez şenlik düzenleyip, bütün Oğuz beylerini konuk ederdi. Yine bir şenlik zamanı idi. Şenlikte, Han’ın emri gereğince, oğlu ve kızı olmayanlar kara çadırda kalacak, altına kara keçe döşenecek, kara koyun eti verile­cekti.
Oğuz Hanlarından Dirse Han’
ı
n hiç çocuğu yoktu. Bu yüz­den onu kara çadıra yerleştirdiler. Sebebini sordu. “Çocuğun olma­dığı için” cevabını alınca, yanında getirdiği kırk yiğidi ile şölen yerini terk etti. O kızgınlıkla gelip hanımına acı sözler etti. Hanı­mı, “Ona büyük bir şölen tertip etmesini, açları doyurmasını, çıplakları giydirmesini, hayır dualar almasını, bu dualar içerisinden birisinin kabul olabileceğini” söyledi. Dirse Han, hanımının dediği gibi yaptı.
Dualar kabul oldu. Hanımı gebe kaldı. Zamanı gelince bir erkek çocuğu doğurdu. Çocuk büyüdü, gürbüz bir delikanlı oldu. On beş yaşına gelince, Bayındır Han’
ı
n yiğitleri arasına karıştı.
Bir gün arkadaşları ile otururken, Bayındır Han’
ı
n üç kişinin sağ yanından, üç kişinin de sol yanından, demir kazıklarla zor zaptettiği boğası, bunların elinden kurtulup sağa sola saldırmaya başlayınca, herkes kaçmış, Dirse Han oğlu ortada yapayalnız kalmıştı. Boğa üzerine hücum edince, yumruğu ile alnının ortası­na bir tane yerleştirdi, boğa kıç üstü yere devrildi. Kalkıp hücum etti, akıbeti aynı oldu. Sonunda, oğlan boğayı yendi. Bıçağı ile kafasını kesti. Böyle bir yiğitlik görülmemişti.
Dedem Korkut geldi, oğlanla beraber babasının yanına gitti, boy boyladı, soy soyladı, oğlanın adı “Boğaç” olsun dedi.
Dirse Han, oğluna Beylik verdi, taht verdi. Ancak, Dirse Han’
ın kırk yiğidi bu durumu hazmedemediler. Baba ile oğlun arasını açmak için yalanlar, dedikodular, asılsız haberler ürettiler. Sonunda, Dirse Han’ı
oğluna düşman ettiler. Bir av sırasında, Dirse Han, oku ile oğlunu iki kürek kemiği arasından vurdu. İçi kan ağlaya ağlaya çadırına döndü. Hanımı, oğlum nerede diye sorunca, cevap veremedi. O kırk hain, “Oğlun iyidir, sağdır, avda­dır” deyince, annesi yanına kırk ince belli kız alarak, oğlunu ara­maya çıktı. Bu arada, Hızır gelmiş, oğlanın yarasını sıvazlamış, “Korkma oğul, dağ çiçeği ile ananın sütü sana ilaç olacak, iyileşeceksin” demişti.
Anası, oğlunun yanına varır, al kanlar içinde görünce, ağıta durur. Oğlan sese uyanır ve Hızır’
ı
n söylediklerini anlatır. Kızlar dağ çiçeği topladılar, anası memesini üçüncü sıkmada sütü geti­rebildi. Süt ile çiçekleri, yarasına sürdüler. Gizlice beyin otağının yakınlarına getirdiler.
Aradan kırk gün geçti. Oğlan iyileşti, yine aynı yiğit oldu.
Kırk hain, oğlandan korktular. Dirse Han’
ı
kaçırıp, gâvur el­lerine götürdüler. Anası, bütün bu olanları oğluna anlattı. Oğlan, kırk yiğidini yanına alıp, namert kırk kişinin elinden savaşarak babasını kurtardı. Baba-oğul sarmaş dolaş oldular. Sonra yurtları­na döndüler.
Bayındır Han, olanları duydu. Oğlana Beylik verdi, taht ver­di. Dedem Korkut da geldi, tahtının tacının ulu, ömrünün uzun, kılıcının keskin olması için dualar etti…

Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması:

Ulaş oğlu,….Bay indir Han’ın damadı, Salur Kazan ve adam­ları uzak yerlere ava gitmek için yurtlarından ayrılmışlardı. Ca­suslar, azılı eşkıya Şökli Melik’e haber verdiler. Şökli Melik Salur Kazan Han’ın otağına baskın yapıp oğlu ve adamlarını esir aldı­lar.. Kızları koynuna aldılar. Ne varsa yediler, içtiler, yaktılar, yıktılar.
Salur Kazan Han’
ı
n tüm bu olanlardan haberi yoktu.
Şökli Melik ve adamları yaptıkları tüm kötülüklerle yetin­meyip, Kazan Han’
ı
n başında çobanlan olan sürüsünü de yok etmek için saldırdılar. Lâkin çoban yiğit ve akıllı idi. İki kardeşi ile bütün tertibi almış idi. Sapanı ile bütün saldırganların çoğunu telef etti. Bu arada kendi kardeşleri de şehit olmuştu…. Salur Kazan Han, o gece rüyasında bir karabasan gördü. Ka­ra kuduz kurtlar, kara kargalar hep hanesine saldırıyorlardı. İçi rahat etmedi. Adamlarını av yerinde bırakıp, atına atlayıp, üç gün yol sürüp, obasına vardı. Durumu görünce, kanlı gözyaşları dök­tü. Sonra da kâfirlerin peşine düştü.
Bu arada Şökli Melik, adamları ile yiyip içip, eğleniyordu. “Salur Han’
ı
n hanımı gelsin, bize içki sunsun” dediler. Kırk esir kıza sordular: “Burla Hanım hanginiz?” Hepsi birden “benim” diye kar­şılık verince, bulamadılar. Bu sefer oğlu Uruz’u kesip, etini kadın­lara yedirmeyi, kim yemezse onun anası olduğunu bulabilecekle­rini söyleyerek, işe giriştiler. Burla Hanım, bunu duydu, gelip oğluna danıştı. Oğlu, “Ne sen söyledin, ne ben duydum, babamın namusu, benim canımdan daha önemlidir,” dedi….Uruz’u öldürmeye geldiler.
Tam bu sırada, Salur Kazan ve Karaca Çoban, Şökli Melik’in otağına varmışlardı. Salur Kazan Han, Şökli Melik’e seslenerek,
“Bütün aldıkların senin olsun, bana anamı ver” deyince, Şökli Melik, “ananı kara papaza vereceğim” cevabını verdi. Bu esnada, Salur Kazan Han’
ı
n kardeşi Kara Göne, Deli Dündar, Kara Budak, Hemid, Şer Şemseddin, Boz Aygırlı Beyrek, Bay Yiğenek… ve nice yiğitler yetiştiler. Yalın kılıç düşmana giriştiler. On iki bin kâfir kılıçtan geçirildi. Beş yüz Oğuz yiğidi şehit oldu.
Salur Kazan Han, bütün sevdiklerine kavuştu…
Dedem Korkut geldi, görelim ne söyledi: “Hayır dua edeyim Han’
ım. Karlı kara dağların yıkılmasın, gölgeli kaba ağaçların kesilme­sin, güzel suyun kurumasın, her şeye gücü yeten Tanrı, seni mert olma­yana muhtaç etmesin, ak boz atım sendeletmesin, işlettiğinde kara çelik öz kılıcın körelmesin, dürtüşürken ala mızrağın kırılmasın, ak sakallı babanın yeri cennet olsun, ak saçlı ananın yeri cennet olsun, sonunda tertemiz imandan ayırmasın, âmin diyenler Tanrı’nın ak yüzünü gör­sün, ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun: Tanrı’nın verdiği umudun kırılmasın, derleyip toplasın, günahınızı adı güzel Muhammed Mustafa yüzü suyuna bağışlasın Han’ı
m hey!” Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Boyu:
Hanlar, oğulları ile birlikte Bayındır Han’
ın otağında top­lanmışlardı. Bunu gören Kam Püre ağladı. Niye ağladığı sorulun­ca da, “Bir oğlum yok ki soyumu devam ettirsin, Han’ı
ma hizmet etsin, bunun için ağlıyorum.”
Bütün Hanlar, Kam Püre için dua ettiler. Kam Püre’nin bir oğlu oldu. Bu sırada Bay Piçen’in de bir kızı oldu. Oğlanı ve kızı beşik kertmesi yaptılar. Kam Püre’nin oğlu, büyüdü on beş yaşın­da güzel bir delikanlı oldu. Adını alma zamanı gelmişti.
Bezirganların kervanını çapulcular soymuş, bezirganbaşı ca­nını zor kurtarmıştı. Bezirgan başı vara vara, Kam Püre oğlunun çadırının olduğu yere kadar geldi. Durumu anlattı. Oğlan, yanına Bezirganbaşını katıp, eşkiyalann peşine düştü. Bir yerde onları eğlenirken yakaladı. Daldı ortalarına. Hepsini çil yavrusu gibi dağıttı. Bütün mallan kurtardı. Bezirganbaşı ondan ne isterse almasını isteyince bir boz aygır, bir gürz ve bir yay seçti. Bezir­ganbaşı onları, Karn Püre Hanın oğluna getirdiklerini söyledi. Oğlan sesini çıkarmadı vardı babasının yanma.
Bezirganbaşı ve adamları geldiler. Oğlanı Kam Püre’nin ya­nında görünce çok şaşırdılar, varıp önce onun elini öptüler. Kam Püre bu İşe çok kızdı. Lakin, olanları anlayınca çok sevindi. Oğlu­na ad koyma zamanı gelmişti. Bütün beyler toplandılar.
Dedem Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı, “Adını Bamsı Beyrek koyalım” dedi. Hep beraber dualar edildi. Bütün Beyler ve Bamsı Beyrek, bir gün ava çıkmışlardı. Bir Alageyiği kovalayan Bamsı Beyrek, bir kırmızı çadır gördü. “Bu kimindir?” diye merak etti. Banu Çiçek, “Ne arıyorsun?” diye sor­du. “Beşik kertmem Banu Çiçek’i arıyorum” deyince, “Ben onun âadı-sıyım yarışta, ok atmada ve güreşte beni yenersen ancak onu görebilir­sin” dedi. Kabul etti. Bamsı Beyrek kızı yendi. Kız dedi ki “Banu Çiçek benim.” Oğlan parmağındaki yüzüğü çıkarıp, kızın parma­ğına takarak nişanı yaptı. Sonra vardı babasının otağına olanları anlattı.
Lakin, kızın abisi Deli Karçar, kardeşini isteyeni öldürmekle ün yapmıştı. Bu işe bir çare düşündüler. Dedem Korkut’u bu işi çözmesi için görevlendirdiler. Dedem Korkut yollara düştü. Vara vara, Deli Karçar’m yol üstündeki otağına geldi. Dileğini söyledi. Deli Karçar çok kızdı. Kılıcını çıkarıp Dedem Korkut’a vurmak için kaldırdı. Dedem Korkut “Elin kurusun” diye beddua edince, eli kurudu. Bu sefer Dedem Korkut’a yalvar yakar oldu. Dedem Korkut, dua etti eli eski haline döndü…Bu sefer de Deli Karçar, kızı vermek için bin at, bin deve, bin koç, bin kulaksız köpek, bin pire istedi. Dedem Korkut geldi, Kan Püre’ye söyledi. Hepsini tamam ettiler. Dedem Korkut bunları alıp, Deli Karçar’m yanma vardı. Deli Karçar’a oyun edip, pirelerin içine koydu. Deli Karçar, yalvar yakar olunca, onu saldı.
Uzatmayalım, düğün oldu. Ancak, gece yarısı, Bamsı Beyrek uykuda iken, Banu Çiçek’te gözü olan Bayburt Hisarı Beyi saldı­rıp, Bamsı Beyrek ile otuz dokuz yoldaşını esir aldı.
Han Beyrek, Deli Dündar, bütün Oğuz Beyleri karalar bağ­ladılar. Bunu işiten, bütün eş, dost, yaran hep karalar giydi­ler…Bamsı Beyrek’in izi bir türlü bulunamadı…Aradan on altı yıl geçti.. Yalancı Yartaçuk, Bamsı Beyrek’in kendisine hediye ettiği gömleği, kana bulayıp, babasına götürdü. Onları, oğullarının öldüğüne İnandırdı. Arkasından Banu Çiçek ile evlendi….
Bir gün, Bamsı Beyrek’in babasından öğütlü olan bezirgan-;Iar, Bayburt Hisarı’na uğradılar. Baktılar ki, şölen var. Bamsı Beyrek’e de kopuz çaldırıyorlardı. Bamsı Beyrek, bezirganları tanıdı. Onlarla şair dilinde konuşarak, bütün sevdiklerinin sağ olduğunu, Banu Çiçek’in ise Yalancı Yartaçuk ile sözlendiğini Öğrendi. Hem kendisi, hem de otuz dokuz yoldaşı ağlaya ağlaya bir hal oldular. Bayburt Hisan’nın, Bamsı Beyrek’e aşık olan kızı olanları öğrenince, Bamsı Beyrek’in kaçmasına yardım etti. Yolda atını bulup bindi. Tam da, Banu Çiçek ile Yartaçuk’un düğün şöleni olurken, yurduna vardı. Fakir bir aşık kılığında idi. Kızlar, acıyıp karnını doyurdular. Kılığı düzelsin diye verdikleri Bamsı Beyrek’in kaftanını, aşık giyince hemen tanır oldular. Bamsı Beyrek, kaftanı giymekten vazgeçti. Eski elbiselerle düğünün içine girdi. Ok atışıyorlardı. Aldı Yartaçuk’un yayını, bir çekmede par­ça parça etti. Bamsı Beyrek’in yayı ile okunu getirdiler. Bir atışta yüzüğü parçaladı. Bütün Oğuz Beyleri buna sevinip, gülüştüler. Oğuz Hanı “Dile benden ne dilersen” diye buyurdu. “Karnımı do­yurmak isterim” dedi. Han dedi ki: “Bir günlük beyliğim, onun ol? sun.” Öyle oldu. Bamsı Beyrek, yemek yedi, sonra sofraları, ka­zanları tekmeledi. Ardından kızların yanına gitti. Orda oyunlar oynandı en sonunda, Banu Çiçek Bamsı Beyrek’i tanıdı. Babasına koşup müjdeyi verdiler. Gözleri kör olmuştu. “Parmağını kanatsın, gözüme sürsün, oğlum ise gözüm açılır” dedi. Öyle yaptılar, gözleri açıldı. Yartaçuk bunu haber alınca kaçtı. Bamsı Beyrek peşine düştü, yakaladı. Aman dileyince bıraktı. Yiğitleri ile birlikte Bay­burt Hisarı’na yollandılar. Cümle Oğuz Beyleri ardından devam ettiler. Yaman savaş oldu. Bayburt Hisarı zapt edildi…
Beyrek, Bayburt Hisan’nın kızını aldı, gelin getirdi. Kırk gün kırk gece düğün yaptılar.
Dedem Korkut geldi. “Bu Oğuz Destanı Bamsı Beyrek’in olsun” dedi.

Kazan Bey Oğlu Uruz Bey’in Tutsak Olduğu Boyu Anlatır:

Kazan Bey, bir gün bir şölen tertip etti. Doksan üç bin Oğuz yiğidi, kızı, kadım toplandı. Kazan Bey, sağma baktı güldü, solu­na baktı güldü, karşısına baktı ağladı. Çünkü karşısında, yaşı on altı olmasına rağmen, halen yiğitliğini ispatlamamış olan oğlu duruyordu. Oğlu bu duruma çok üzüldü. Babasına, “Ne dedin de yapmadım?” dedi. Kazan Bey “Madem öyle” deyip, yanına oğlunu ve üç yüz kızanını da alıp ava çıktı. Meğer av bölgesinde casuslar varmış. Kara Tatyan Kalesi Tekfuruna haber verdiler. On altı bin askeri ile, bizim üç yüz yiğide saldırdılar. Kazan Han, oğlunu savaştan ırak tutmuş idi. Lakin, Uruz oğlan ve kırk arkadaşı, kâfi­re bir ucundan saldırıp, yaman savaş verdiler. Ancak, Uruz esir düştü. Babasının bundan haberi yoktu. Evine döndü. Hanımı baktı oğlu Uruz yok, başladı ağıda… Kazan Han da deliye döndü. Yiğitlerini alıp, hızla av yerine vardı. Baktı ki yaman savaş olmuş, oğlunun cesedi yok. Anladı ki tutsak düşmüş. İzleri takip etti.
Kâfirler Kanlı Kara Dervent’te konaklamış, eğleniyorlardı. Kazan Bey varınca fark ettiler. Oğlan dedi, “Elimi kolumu çözün, babamla ben konuşayım.” Çözdüler. Oğlan, geri dönmesi için babasına yalvardı. Babası kabul etmedi. Kâfire saldırdı. Babası gözün­den yaralandı, uçurumdan uçtu…
Hanımı Burla Hatun dayanamamış, yiğitler ile yola çıkmıştı. Oğuz Beyleri de dayanamamış yola çıkmışlardı. Hepsi tekmil gâvurun üstüne vardılar. Yaman savaş ettiler. Kâfirler helak oldu. Bütün malları Oğuz beylerinin eline geçti. Kazan Han, ölmemiş yoldaşlarına katılmıştı. Hep birlikte Uruz’u kurtardılar.
Yurtlarına dönüp, güzel bir şölen ettiler. Dedem Korkut da oradaydı. Yine çaldı, yine söyledi. Ne söylediyse, güzel söyledi…

Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Beyini Anlatır:

Oğuz’da bir Deli Dumrul vardı. Bir kuru çayın üzerine köp­rü yaptırmış, geçenden otuz üç akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alır idi. “Var mı benden güçlüsü” diyerek de meydan okur idi. Bir gün köprünün yakınında bir genç öldü. Sahipleri “Azra­il’in gencin canını aldığını” söylediler. Deli Dumrul Azrail’e mey­dan okudu. Bu Allah’ın gücüne gitti. Azrail’i, Deli Dumrul’a gön­derdi. Deli Dumrul, kırk arkadaşıyla yemekte iken, Azrail gelip kıstırdı. Deli Dumrul şaşırdı. Azrail olduğunu anlayınca, kılıcını çekip saldırdı. Azrail bir güvercin oldu. O da atla peşine düştü. Bir iki güvercin öldürdü. Dönerken, Azrail atını ürkütünce, yere kapaklandı. Başı, gözü yarıldı. Azrail gelip tepesine çöktü. Deli Dumrul şimdi gürlemiyor, hırıldıyordu. “Bre Azrail aman, Tan-rı’nın birliğine yoktur güman, canımı alma Azrail” diyerek af diledi. Azrail de “Benden af dileyeceğine, Allah’tan dile” dedi. Deli Dumrul da başladı “Allah’a yalvarmaya:

“Yücelerden yücesin Kimse bilmez nicesin
Güzel Tanrı
Nice cahiller seni gökte arar, yerde ister
Sen kendin müminlerin gÖnlündesin Ölümsüz güçlü Tanrı,
Benim canımı alırsan sen al
Azrail’in almasına izin verme

Bu yalvarmalar Allah’a hoş geldi. Azrail’e dedi ki: “Bu deli canı yerine can bulsun, hayatı bağışlansın.” Azrail bunu Deli Dumrul’a iletti.
Deli Dumrul, önce yaşlı ana ve babasına gidip, kendi canı ye­rine, canlarını vermelerini istedi. Kabul etmediler. Vardı hanımı­nın yanma, hanımı “Canım sana feda olsun” deyince, Deli Dumrul, Allah’a yalvardı:
“Yüce Tanrt Ulu yollar üzerine İmaretler yaptırayım senin için Çıplak görürsem giydireyim, senin için Alırsan ikimizin canım birlikte al, ‘
Bırakırsan ikimizin canım birlikte bırak İyiliği çok, güçlü Tanrı.”
Tanrı, Azrail’e Deli Dumrul’un anasının ve babasının canını almasını, Deli Dumrul ile eşine de yüz kırk yıl ömür verdiğini söyledi.
Dedem Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı, ne de güzel söyledi.

Kanlı Koca Oğlu Kan Turah Boyunu Anlatır:

Oğuz zamanında, Kanlı Koca isminde bir gürbüz er; onun da, Kan Turah isimli yiğit bir oğlu vardı. Oğluna, “Gel seni evlendi­reyim” dedi. Oğlu, iyi de, “Benden hızlı, benden nişancı, benden kuv­vetli bir kız isterim” deyince, babası, “Oğlum sen kız istemiyor, yavuz bir yiğit istiyorsun” diye cevap verdi. Kan Turah çıktı kız aramaya. Koca Oğuz illerini gezdi, bir tane dahi İstediği gibi bulamadı.
Trabzon Tekfurunun tam da böyle bir kızı vardı. Lakin, kızı almak için üç tane canavarı haklamak lâzımdı. Nice gençler, diğer canavarların yüzünü dahi görmeden, birincisi tarafından haklan­mış, kelleleri kale duvarına asılmış idi. Kan Turah, “Ben bu cana­varları öldürür, bu kızı da alırım” diyerek babasından izin istedi. Babası, oğlu vazgeçsin diye çok diller döktü. Amma ne mümkün? Çaresiz razı olup, şans diledi.
Kara Turah, kırk yiğit yoldaşı İle Trabzon iline vardı. Tek-fur’un adamları beylerine haber verdiler. Bey onları çağırtıp, ağırladı. Kan Turah, “Ne için geldiniz” sualine, “Allanın emri ile kızınızı almaya gelmişim” diye cevap verdi.
Tekfur, Kan Turalı’nın soyunmasını söyledi. Vücudu ve yü­zü çok güzeldi. Tekfur’un kızı Selcan uzaktan gördü, vuruldu. “Keşke babam razı olsa da şu oğlana varsam” dedi.
Ortaya Kara Boğa canavarını getirdiler. Bunu gören Kan Tu­rah yoldaşları ağlaştılar. Kan Turalı “Ne ağlaşırsınız, verin gürzü­mü” deyip, Boğa ile kavgaya tutuştu. Nice boğuşmadan sonra, Boğayı yere çaldı. Kafasını kesti, derisini yüzdü, getirip Tekfur’un önüne koydu. >
Bu sefer, karşısına bir aslan çıkardılar. Onun da hakkından geldi… Yetmedi, canavar deveyi üzerine saldılar. Kan Turah onu da yendi… Tekfur, “Bu yiğidi çok sevdim, kızımı da verdim” dedi. Ateşler yakıldı, yemekler yapıldı, Kan Turah ile kız gerdeğe ko­nuldu. Kan Turah, “Anamın babamın elini öpmeden gerdeğe giremem” deyip, atma atladı ve baba yurduna geldi.
“Babama haber salın, yiğit oğlu geldi” diye ünleyip, beklemeye başladı. Bu arada Tekfur’un kızı, kılıç kuşanıp yiğidinin peşine düşmüştü. Tekfur’un kendisi de kızını vermekten caymış, altı yüz askeri ile o da, oğlanın peşine düşmüştü. Gelip Kan Turalı yor­gunluktan uykuda idi. Kız babasının adamlarından önce yanına vardı. Tekfur’un adamları gelip, etraflarını sarınca, yiğidini uyan­dırdı. Birlikte savaştılar. Selcan Hanım, epeyce düşman hakladı. Döndü geldi, Kan Turalı yok. Bu sırada, Kanlı Koca ve hanımı, savaş yerine varmışlardı. Baktılar oğlan yok, bir yiğit kız var. Kız, onların kim olduğunu anladı. Hep beraber yürüdüler.
Kız baktı, ilerde bir kavga var. Anladı ki Kan Turalı orada­dır. Kavganın üstüne vardı, düşmanı önüne kattı. Düşman neye uğradığını şaşırdı. Kan Turalı ile Selcan Kız böylece bir kere daha kavuştular… Beraber, Kanlı Koca’nın yanına vardılar…
Toylar edildi, düğünler yapıldı. Dedem Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı, güzel sözler söyledi.

Kazılık Koca Oğlu Yiğenek Boyunu Anlatır:

Bayındır Han’ın veziri Kazılık Koca, Bayındır Han’dan, sefe­re çıkması için izin istedi. Han izin verdi. Kazılık Koca ve adamları, günler geceler boyu yol gittiler. Karadeniz kıyısında Düzmürd Kalesi’ne vardılar. Bu kalenin tekfuru çok yaman biri idi. Kalesin­den çıkıp, Kazı

Roman Özeti :İnce Memed Yaşar Kemal

ROMANIN ÖZETİ :

<p align=
 
 
  Bugün 20 ziyaretçi (32 klik) kişi burdaydı!  
 

-------DUYURULAR-------

LÜTFEN SİTE İCERSİNDE KÜFÜRLÜ VE KÖTÜ DAVRANIŞLARDA BULUNMAYALIM HAKAN,TARIK,UFUK,EMRE,BUROCK

-------DUYURULAR-------

htmlkodu.net

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol